SON DAKİKA
Hava Durumu

SADAKAT Mİ LİYAKAT Mİ?

Yazının Giriş Tarihi: 19.04.2025 14:22
Yazının Güncellenme Tarihi: 19.04.2025 14:23

“Adaletin olmadığı yerde devlet, liyakatin olmadığı yerde ise gelecek yoktur.” (İbn Haldun)

Bireysel bir inanç ve kararlılıkla Hasan Ali Yücel ve Nuri Demirağ gibi örnekler sayesinde ete kemiğe bürünür liyakat. 1940’lı yıllarda zengin-fakir, şehirli-köylü ayırt etmeksizin yeteneklerine göre eğitilen öğrenciler mezun olunca kendi bölgelerine gidip insan yetiştirmeye çabalıyordu. Hem akademik hem pratik eğitimi harmanlayıp nitelikli öğretmen-aydın bireyler yetiştirme vizyonuna sahip Köy Enstitülerinin mimarı, eğitimi bir kalkınma amacı olarak gören Hasan Ali Yücel’di. Yine Cumhuriyetin ilk yıllarında bilgi, üretim ve bağımsızlığa dayanan bir kalkınma hayal eden Nuri Demirağ ilk yerli uçakları üretmiş, pilot yetiştirmek için Gök Okulu’nu kurmuştu. Ama siyasi ve bürokratik sorunlarla bu girişimci mühendis engellenmiş oldu. Yücel ve Demirağ gibi akademik ve teknik bilgiyi memleket sevdası ile kuşatıp inançlı bir çaba ile yola çıkanlar hayal ettikleri hedeflere ulaşamamış olsalar da liyakatin heybesinde ne güzellikler taşıyacağını hem insanlığa ispat etmiş hem de tarihe not düşmüşlerdir.

Köy Enstitüleri’nin kapatılması çıkarılan bir yasa ile gerçekleşirken ve Gök Okulu’nun kapatılması veya Demirağ’ın çalışmalarının durdurulması ise kurumlar arası ruhsatlandırma, lisanslama ve izin süreçleri gibi bürokratik engellerle sağlanmıştır.

Millet sadece yasalarla ayakta kalamaz. Bu yasaların kim tarafından belirlenip kime ve nasıl uygulandığı da en az yasalar kadar önemlidir. Karşısında kitap okuyan, dans eden ya da çiçek uzatan bir gence biber gazı veya toma ile müdahale etmek bizlere öğretilen tanımla “orantısız güç” değil, tam anlamıyla şiddettir. Çünkü iki tarafta da karşılaştırılabilecek güç aracı mevcut değildir. “Güvenlik güçlerinin sadece kendilerine verilen emri yerine getirdikleri” açıklaması da Hitler’in emir erlerinin savunması ile aynı niteliktedir: Özellikle benzer şartlarda olmayan bir karşılaşmada verilen emirleri hiçbir insani filtreden geçirmeden uygulamak Arendt’in “Büyük zulümlerin kötü niyetli kişilerden değil, sistemin emirlerine “düşünmeden uyan” sıradan insanlardan kaynaklandığı” fikrinin vücut bulmuş halidir. Dolayısıyla gücü elinde tutan ve bunu kötü kullanan ile bu duruma çanak tutup sessiz kalanlar da zulmün normalleşmesine yol açar ki bu yolun sonucu hemen her daim toplumların yıkımıdır. Bu yıkımı önleyebilecek bir kavram çıkar karşımıza, dillere pelesenk ama sıklıkla hakkı yenen “Liyakat.”

“Bir kimsenin, kendisine iş verilmeye uygunluk, yaraşırlık durumu; yeterlilik” anlamına gelen liyakat, adil ve ölçülebilir bir sistem yaratır gibi düşünülebilir. Ancak sıklıkla yaşadığımız çağda ödüllendirilen liyakat değil sadakattir. Yeterlilik, liyakat veya ehliyet kavramlarına karar verenler, yönetim gücünü de elinde tutanlarsa eğer, liyakat
adaleti değil, çıkarı taşır sırtında.
Aslına uygun olabilmesi yani topluma adaleti sunabilmesi, herkese açık, ölçülebilir, denetlenebilir olmasına ve itiraza açık bir sistem içinde tanımlanmasına bağlıdır. Yani liyakat; kişilerin keyfine, yönetenlerin lütfuna ya da herhangi bir ideolojik filtreye bağlı olmamalı. Aksi halde liyakatine göre seçildiği söylenen kimseler güçlünün sazını çalan kopya karakterler haline gelir.

Çevremizde bulunan kurum ve kuruluşlara atanan kimselerin işlerinin ehli olup olmadığı veya herhangi bir güç odağı ile bağından dolayı mı bu pozisyonda bulunup bulunmadığı tüm vatandaşlarca irdelenmesi gereken bir durumdur.

17. yüzyıldan itibaren
görevlerin aile ya da saray ilişkileri ile bozulmasından önce Osmanlı Devleti’nin yükselme döneminde devşirme sistemi ile iyi eğitilmiş bireyler yönetici oluyordu. Örneğin IV. Mehmet döneminde, Köprülü ailesinin damadı olan Kara Mustafa Paşa sadrazamlığa getirildi. Diplomasi bilgisinden yoksunluğu ve kişisel hırsları nedeniyle verdiği yanlış kararlar sonucunda 1683’teki II. Viyana Kuşatması, büyük bir bozgunla sonuçlandı. Batıda Osmanlı itibar kaybetmiş ve Karlofça Antlaşması ile ilk büyük toprak kayıpları yaşamıştı. Bu olay bir imparatorluğun çöküşünün liyakatsiz bir atama ile nasıl başladığının örneğidir.

Yakın tarihimizde ise KPSS yazılı sınavında yüksek not alan hatta branşında birinci olanların sözlü sınavı ile elenerek siyasi yakınlığı olanların görevlendirildiğine; ülkenin en iyi üniversitelerinden biri olan Boğaziçi Üniversitesine kurum dışından birinin akademisyenlerinin rızası olmaksızın rektör olarak atandığına tanıklık ettik. Hatta basit ama elzem tedbirlerle önlenebilecek maden kazalarında, otel yangınında, depremlerde yüzlerce-binlerce insanımızı kaybettik. Bu tarz durumlar toplumumuzda liyakat ve ehliyetin yerini torpil ve sadakatin aldığı, bilgi ve kurumsal özerkliğin göz ardı edildiği kanaatini oluşturdu.

Liyakate dayalı yönetim fikri olan "meritokrasi" Konfüçyüs tarafından ortaya atılır. Ona göre etik liderlik yalnızca bilgili değil, aynı zamanda erdemli bireylerin yönetime gelmesini savunur. Bir yöneticinin en büyük gücü, halkın güvenini kazanmasıdır ve bu güven, ancak adaletli, erdemli ve ehil olmakla mümkündür. Milattan önce Konfüçyüs'ün savunduğu ve batıya örnek olan etik liderlik ve liyakat ilkelerini, biz milattan sonra 2000li yıllarda tartışıyorsak, “liyakat” çığlıkları ne yazık ki umudun değil kayıp duygusunun sonucudur: “Adalet, eşitlik, güven ve aidiyet kaybı”...

Adaletle ve Sevgi’yle kalın…

YAZARIN DİĞER YAZILARI

    logo
    En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.