İstanbul’ a kar yağarsa Türkiye üşür, hasta olur. Bu gerçeği bilmeyen yoktur. Çünkü İstanbul özelinde Marmara Bölgesi Türkiye’ nin kalbidir. Nedenini hepimiz biliyoruz ki detayları bu yazının konusu değildir.
17 Agustos 1999 depremi büyük bir şok yaşatmış ve milletçe hepimizi yasa boğmuştu. O tarihlerde İstanbul’ un nüfusu 10 milyon civarındaydı. Ve deprem uzmanları o tarihten beri 30 yıl içerisinde bu bölgede yine büyük bir deprem meydana gelecek dediler. Önlem alınması, depreme hazırlanılması gerek diye feryat figan uyarılarına devam ettiler. Biz ne yaptık? 10 milyonluk şehri 16 milyona çıkarttık.
Çok şükür ki 23 Nisan 2025 tarihli 6.2 büyüklügündeki son İstanbul- Silivri depremi can kaybına neden olmadı. Belki de güzel bir uyarı oldu bizim için. Bir çok uzman iki gündür bu depremle ilgili çeşitli açıklamalarda bulundu, bulunmaya da devam ediyorlar. Tespitlerine çok önem verdiğim hocalardan birisi olan Prof. Dr. Şener ÜŞÜMEZSOY Bursa Armutlu ile Mudanya arasındaki bölgeye dikkat çekti. Bursa’ da yaşayan bizler bu uyarıyı dikkate almak zorundayız. Zira sayın hocanın son dönemlerdeki yaptığı bütün tespitler doğru çıktmıştır.
Hal böyleyken; Türkiye coğrafyasında yaşayan bizlerle bilimsel tespitler arasında arasında ve bu bilimsel tespitlerin norm haline getirilmiş hukuku arasında organik bir bağımız yoktur. Kurulamamıştır. Yani bizim toplumsal yaşam algımızı ve biçimini evrensel ve mevcut bilimsel hukuk değil;
-“Kervan yolda düzülür!”
-“Bize bir şey olmaz!”
-“Elle gelen düğün bayram!”
-“Olmazsa kader!”
-“Kaderin önüne geçilmez!”
-“Yazımız böyleymiş!”
-“Allah’ın afeti, ne yapalım!”
-“Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir!” anlayışı belirler.
Afetler Siyaset üstü bir durumdur.
Başlıktaki tespiti çok önemserim. Evet, afetler siyaset üstü durumları ortaya çıkartır ve toplumun ortak paydasıdır. Toplumu oluşturan insanların tek vücut haline getirilmiş şekline de devlet deriz. Devlet de toplumun geneli adına, kamu yararına seçilen siyasetçiler eliyle iş yapar, onların diliyle konuşur. Yani afetleri devlet yönetirken toplum adına ve toplumun ortak yararı ön plana alınır.
Bu anlamda Devlet toplumu yönlendirmeli, ortak menfaati geçerli payda kılmalıdır. Birilerinin çıkarı, menfaati ve beklentisi topluma zarar olarak yansıtılmamalıdır. Kamu gücünü toplum adına ve toplum için elinde bulunduran, kullanan kişilerden erdemli davranmasını beklemek, eşyanın tabiatına en uygun olanıdır.
Siyasetçiler, her şeyde olduğu gibi afet ve acil durumlarla ilgili konularda da partizan tutumdan vazgeçmeli, toplumsal sorunları belli bir ideolojik çerçeveden değerlendirerek karar alma hastalığından kurtulmalıdır. Özelinde afet ve acil durumlarda, kurum ve kuruluşların görevlerini mevzuatlara göre yerine getirip getirmediğini takip etmeli, devlet memurundan mevzuatta olmayan isteklerde bulunmamalıdır. Siyasetçilerimiz eksik mevzuatların hayata geçmesi ve bu anlamda mevzuatsal boşluk bırakmayacak şekilde yasama faaliyetlerine öncelik ve önem vermelidir. Bataklıkların, dere yataklarının, heyelan bölgelerinin üzerine yerleşkelerin kurulmasına izin vermemeli, yapılan bu yanlışları İmar Barışlarıyla affetmemelidir.
Toplumu oluşturan vatandaşın siyasetçiden isteği ve beklentisi bu yönde olmalı, bu şekilde hareket etmeyen temsilciye iş başına getirilmemeli, yetki verilmemelidir.
“Bir yerde küçük insanların büyük gölgeleri varsa, o yerde güneş batıyor demektir.” Çin Atasözü.
Ehliyet ve Liyakat...
Devlet memuru kanun uygulayıcısıdır. Yetkili ve meşru iradelerce beyan edilen hükümlerin icrasıyla görevlidir. Dolayısıyla kendi duygu, düşünce, his ve inançları çerçevesinde hareket edemez. Kendisinden istenilen kamu hukukunun gereği olan eylem ve davranışlarda bulunmak durumundadır. Aksi bir tutum ve davranış suç teşkil eder. Bu nedenle devlet memuru sorumluluğunu ve görevini eksiksiz ve tarafsız yerine getirmelidir.
Kamu hizmeti gören bürokrasinin taraf olması, toplum yararına uygun ilke ve kurallara uymayan ve ehil olmayanlara teslim edilmesi, kamu yararından ziyade, kendisi ya da başkalarına hizmet etmesi, ehliyetli insanların iş başına getirilmemesi, hak ve hukuk göz ardı edilerek partizanca atamalar sonucunda göreve gelenlerin sorumluluktan ve görevinin gereğini yerine getirmekten kaçınması, topluma afet olarak dönmektedir. Nihayetinde devlet memuru alçalmadan yükselebileceği bir sistemin içerisinde faaliyetlerini yürütebilmelidir.
Akıldan çıkartılmaması gereken en önemli husus, devleti yöneten iktidarda kim bulunursa bulunsun gerçekte bilginin, adaletin, erdemin ve doğruluğun hüküm sürmesidir. Bu anlayışın hayata geçmesi kamu hizmeti gören her düzeydeki insanın ilkeli, sorumlu ve vicdanlı hareket etmesiyle mümkündür. Çünkü devletin dini adalet, mezhebi özgürlük, meşrebi eşitlik, tarikatı medeniyet, ırkı insanlıktır.
İnancın Afetlerle İmtihanı...
İslam dini esaslarına göre insan kendi iradesi dâhilinde olan her şeyden sorumludur. Fay hatları üzerinde yaşıyoruz. Yaşadığımız mekânları malzemesinden çalarak, mühendislik hizmeti almadan inşa ettiğimiz yerleşkelerde yaşamamız, eşya ile anlamlı bir ilişki kuramadığımızın işaretidir. Sünnetullah’a uyma iradesini terk etmiş bu anlayışın adı: “YOLSUZLUK ve AHLAKSIZLIKTIR.” Yolsuzluk ve Ahlaksızlık insan iradesi kapsamına girdiği için, insanların yaptıkları yolsuzlukları ve ahlaksızlıkları ”KADER” olarak açıklamak ve temizlemeye çalışmak inananların
inancına iftiradır. Burada din adamlarına çok büyük sorumluluk düşmektedir. Çünkü Kur’an “Allah insanlara zulmetmez, insanlar kendilerine zulmediyorlar” demektedir.
İnsan kolay inanan bir canlıdır. İster de. Olmadı elindeki en iyi seçeneğe inanır. Ancak yanlış içselleştirdiği din (kader) algısı ile hareket eden bir toplum, yaratıcının iradesi sonucunda tecelli ettiğini düşündüğü bu olayları sorgulamaz, neden - sonuç ilişkisini araştırmaz ve konuyu kabul ederek kapatırsa nasıl önlem alabilir, nasıl direnç geliştirebilir ki!?
Doğa olayları yerkürenin varlığını devam ettirmesinin bir aracı ve sonucudur. Eşya bir düzen ve uyum içerisindedir. Yaratıcı bunu böyle takdir etmiş, böyle ölçü vermiştir. Kader, varlığın iç imkânları ile açılımı olduğuna göre; biz insanlara düşen görev eşya ile anlamlı bir bağ kurmak ve sürdürmek olmalıdır. Doğal olaylar bazen insan iradesini aşabilir. Böylesi durumlar karşısında insan çaresiz ve günahsızdır. Ancak bu olaylara karşı önlem almamak, aklı, bilimi ve sorumluluğu terk ederek bu durumları Allah’ın birilerine gazap ettiği şeklinde açıklamak ise insafsızlıktır. Bu gibi durum ve zamanlarda ise; dinamik ve birçok parametreye sahip bu olayların sonucu da böylece bilimsel görüş ve öngörülerden uzak olarak kendi dairesi içerisinde dönüp duracaktır. Aslında “kader” hak ettiğimizdir! Ama zaferin bin tane babası varken, yenilgi her zaman öksüz kalmış ve adı bizde “KADER” olmuştur.
Gündemimizde İstanbul depremi konuşuluyor ve bu en çok bir hafta sürer. Sonra her şey NORMAL(!)’e döner, unutulur. Günlük alışkanlıklar içerisinde, nefsimizin bizi yönlendirdiği yaşam rutinlerimize kapılıp, akar gideriz.
Ben yine de şu soruyu buraya yazayım, dursun. “TÜRK VATANDAŞI NEDEN KAÇAK BİNA YAPAR” Çalıştayını ne zaman yapacağız?
Değerli okuyucu...
Bana bugün Türkiye genelinde afetlerle ilgili yapılması gereken en büyük risk planlaması nedir diye sorarsanız; “Türk vatandaşının dürüst, ahlaklı davranması, değerler eğitimi alması ve samimi olması yönünde yapılması gereken çalışmalardır” derim. Ve eklerim doğa ve insan sevgisi olmayan toplumlar bulundukları zaman ve mekanın yabancılarıdır. Ve doğa yabancıyı değil, uyumlu olanı ister, seçer ve yaşamına olanak sağlar. Hala bunun farkına varamadan yaşayan bizlerin hangi fay, ne zaman deprem üretir diye dedikodu yapmamız traji komik bir durumdan öteye gitmeyecektir.
Herkesin kendi eceliyle öldüğü bir dünya dileğiyle...